mustafa kutlu hikayelerinin özeti gibi bir kitap. bu kitabı okuyup mustafa kutlu'nun anlatım tarzına hakim olmak çok doğal. -- spoiler --bu kitap bana biraz bu böyledir kitabını hatırlattı. sonu aslında son değil, yazarın yazma görevi bitti şimdi okurun ki başlıyor (gibi). -- spoiler --
mustafa kutlu'nun 'bu hikaye ile roman arasında bir kitap' dediği yeşilçam tadında geçen bir yolculuk öyküsü. okuduğum 3. kitabı oldu.her yerde görebileceğiniz 'bizim sevmediğimiz kimse yoktur. belki gönlümüze biraz serin gelenler vardır.' (*) cümlesi bu kitapta geçer.
bülent ortaçgil
(http://www.youtube.com/watch?v=svc2p53d1mk)
ceylan ertem
(http://www.youtube.com/watch?v=eamgwqw0cjo)
fikret kızılok
(http://www.youtube.com/watch?v=ws2vibna4iu)
(http://www.youtube.com/watch?v=svc2p53d1mk)
ceylan ertem
(http://www.youtube.com/watch?v=eamgwqw0cjo)
fikret kızılok
(http://www.youtube.com/watch?v=ws2vibna4iu)
bir hint masalları derlemesidir. i̇lk kitabımdı.
yıllar sonra, mustafa kutlu'yu okumama vesile olan bu kitabın ismiydi.
kitabın sonunda gerçek ile hikayenin arasında kalmıştım.
yıllar sonra, mustafa kutlu'yu okumama vesile olan bu kitabın ismiydi.
kitabın sonunda gerçek ile hikayenin arasında kalmıştım.
(bkz:mavi kuş ile küçük kız)
(http://www.youtube.com/watch?v=y1r7ohr2pek)
(http://www.youtube.com/watch?v=y1r7ohr2pek)
senai demirci'nin gögü sırtında taşıdığı iddia ettiği kuş.
mavi kus göğü sırtında taşır
yerli̇ler gökten habersi̇zler, dostum! yerliler göklülerin halinden birşey anlamazlar, göklülerin kanatlarına da erişemezler. başörtüsü, başını göğe erdirenlerin derdidir ve yerliler bu derde düşmemekten dertlidir. tesettürü dava edinenlerin yerlilerden birşey istediği, birşey umduğu yok aslında. yerliler onların önüne yüksekçe kapılar diktiler, kargacık burgacık yönetmeliklerle ayaklarına çelme attılar. ama göklüler gözlerini yerlilerin gözlerinin asla değemeyeceği yerlere diktiler. yerlilerin gözü bir tek koltuklarını görüyor, o yüzden onların kendi koltuklarına göz diktiklerini sanıyorlar. sanıyorlar ki, onlar yerlilerin yüzlerini yere yapıştırıp ağızlarının salyasıyla parlattıkları çerçöpe tenezzül ediyorlar. sanıyorlar ki, yerlilerin artıklarını kendilerine katık ediyorlar.
yerliler gökten habersizdirler. ne güneşi batıdan beklerler, ne yağmura göğüslerini açarlar. yerliler sadece yerdekileri sever, sadece yerdekilerden korkarlar. boş yere göklülerin kendi sevdiklerini sevmelerini bekler, kendi saydıklarına saygı duymalarını umarlar. boş yere göklülerin de, yerlilerin korktuklarından korkmalarını beklerler. en çok da göklülerin yerdekileri kaale almamalarından korkarlar.
önlerine yüksek yüksek kapılar diker, ayaklarına yerli ve yersiz yasalardan tuzaklar kurarlar. bakarlar ki, onlar kalblerini üniversite kapısının üzerindeki fetih ayetine satmışlar. ve ellerinin ayası ve gözlerinin ucu hep göğe bakıyor. kapının arkasında koltuklarına sıkı sıkıya yapışmışlar, kalın perdelerin karanlığına gömülmüş, süngüden ödünç alınmış iktidarlarına yaslanmışlar; çaresiz, ecellerini beklemeye devam ediyorlar. kapı önündekiler ise göklü olmanın keyfiyle bakıyorlar yerlilere. yerlilerin yuvalandıkları çukurları görüyorlar, battıkları batakları bir kanat çırpışıyla geçiyorlar.
kapının arkasındakiler kapının önündekileri kıskanıyorlar. evet, kıskanıyorlar. yerliler göklülerin kanatlarını kıskanıyorlar. kendilerini bu dünyaya razı etmişken, onların bu dünyadan da fazlasını ve ötesini istemelerini anlamıyorlar. tepine tepine yerliliklerine ağlamak istiyorlar.
gözyaşları bile yok yerlilerin; hatta gözleri de... göklülerin gözlerine değen ışık onlara karanlıklar getiriyor, göklülerin kanatlarını yıkadığı bulutlar yerlilerin yüreğine kuraklıklar indiriyor. göklüler yerin ve yerlilerin engebelerinden azade, vadilerin ve dağların kıvrımlarından bağımsız kanat çırpıyorlar. dünyanın iniş çıkışları onları ilgilendirmiyor. kendilerini kader kaleminin ucunda bir noktada var ediyorlar. kanatlarının telekleri kaderin çizgilerine vuruyor. kaderden kanatları var hepsinin.
hepsi birer mavi kuş. ama illâ da mavi... çünkü, mavi kuş kendini göğün rengine vermiştir. gökten ayrı bir varlık iddiasında değildir. gökyüzünün renginde fani olmuş ve mavi gökyüzünden kanatları olmuştur. o hürdür. ve o gökyüzüdür. yoluna taşlar durmaz, uçurumlar seferine mani olmaz.
şimdi kapılar önünde bekleşenler aramıza inmiş mavi kuşlardır. evet, görünüşte yerlilerin yürüdüğü sokakları adımlarlar, yerliler gibi sancı çekerler, tenleri yağmurda ıslanır. dünya halleri onları da bağlar. keder-sevinç, hüzün-neşe, başarısızlık-zafer, musibet-saadet, hastalık-sıhhat arasında onlar da konar göçer. bu dünyada yaşarlar, fakat istedikleri zaman mavi kanatlarını açıp, ister bir dağın tepesinden, ister bir uçurumun dibinden havalanıp göğe karışırlar. sanki yeryüzünde konakladıkları yerler onlar için bir bahanedir, ciddiye alınası değildir. nihayet kanatları olan için bir vadinin loş kuytusu da, dağın aydınlık zirvesi de gökyüzüne eşit uzaklıkta değil midir?
yerliler bilmiyorlar. tesettür göğe yakın olma telaşıdır. tesettür, kadınlık izzetini örtüler ardında, mahremiyet bahçesinde inşa etme gayretidir. tesettür, kendini sıradan ve ucuz şehvetler içinde yağmalatmaktan firar etmektir. yerliler bilmez bu saklı savaşı. bilmezler ve anlamazlar göklülerin neden kendilerine kılıç çekmediğini. göklüler başlarını göğe değdirme telaşındadır da, yerliler yarına erişemeyen nabızlarında kan yerine kin dolaştırırlar.
bu hayatın iniş çıkışları göklüleri hiç mi hiç ilgilendirmiyor. i̇lgilendikleri, içinde bulundukları halin nasıl ubudiyete dönüştürüleceği, hangi duaya vesile kılınacağı.
sözgelimi, eğer hastalık haline giriftar olmuşlarsa, sıhhat haline olan ihtiyaçlarını ikrar ile birlikte, bu halin veriliş hikmetini düşünür ve o halde kaldıkça o halin ubudiyetini ve duasını yaparlar. niyeti ubudiyet ve dua olan için, hastalık hali de, sıhhat hali de allah'a kul olmaya eşit uzaklıktadır. aynı şey fakirlik ve zenginlik için de söylenir. ne zenginlik, ne de fakirlik kul olmanın vazgeçilmez şartı değildir. fakirlik halimizi zenginlik haline çevirmek, eğer hikmeti gerektiriyorsa, rabbimizin vazifesidir; ama zenginlik ya da fakirlik halini ubudiyet haline ve duaya çevirmek kulun vazifesidir.
abd olmak, yani başını göğe değdirmek, içinde bulunduğumuz hale bağlı değildir. her hal içinde abd olunabilir, her halin bir ubudiyeti vardır. bu niyetledir ki, i̇brahime (a.s.) ateş gül bahçesi olmuş, yunusa (a.s.) balığın karnı gemi olmuş, eyyubun (a.s.) pek çok yara ve beresi âfiyet vesilesi olmuş, yusuf (a.s.) zindanı medreseye çevirebilmiştir. onlar göklülerdi ve hayatları ile her hal içinde kul olmanın imtihanını verdiler ve rableri de onların hallerini değiştirdi.
şükür ki, bizim imtihanımız onlarınki kadar çetin değil. çok engebeli değil hayatımız. küçük küçük pürüzler üzerinde ine çıka yürüyoruz. bir vadinin en derin yerinden alınıp, hemen bir dağın zirvesine çıkarılmıyoruz. bir zindan mahkûmu iken, hemen ardından bir vezir yapılmıyoruz. bir gün neşeli, diğer gün biraz karamsar oluyoruz; o kadar. mevsimlerimiz yumuşak geçişli; yazın ortasından alınıp hemen zemherire atılmıyoruz. i̇niş çıkışlarımız o kadar derin değil. hepsi hepsi bir gün kapılar açılıyor, öbür gün kapı önüne koyuluyoruz. ama dizlerimizde bir yokuş yorgunluğu, dilimizde şikayetler...
yoksa yerlilerin en çok kıskandığı şeyleri, yani mavi kanatlarımızı mı unuttuk? kader semâsının kuşu olduğumuz hatırımızdan çıktı mı yoksa?
kendisini kaderin mahkûmu bilen, kimsenin mahpusu olmaz. o, parmaklıkların arkasında da olsa, kapının önünde de bekletilse, parmaklıkların önünde olanların, kapıları kapatanların mahpusluğunu görür. böyle olmasaydı, eskişehirde bir cumhuriyet bayramında gülerek rakseden lise mektebinin büyük kızları, okul bahçesinden görülen karanlık hapishane penceresinin ardındaki ihtiyar adam için ağlarlardı. öyle olmadı; seksenlik said nursî yirmilik genç kızlar için ağladı. kaderin mahkûmu nefislerin mahpusu olanlara ağladı. o göklüydü, kızlar da yerde ve yerlilerin elinde kalmışlardı. o göğü sırtında taşıyan mavi kuştu; yerlilerin takıldıklarına takılmadı.
şimdiyse kapının önünde beklemek düştü genç kızlara. okul avlusunda gülerek raksetmedikleri için kapı önündeler. başlarını göğe değdirmek için kapı önündeler. ama asla yerlilerin eline düşmeyecekler, yerli olmayacaklar, cumhuriyet bayramı geldi diye sevinemeyecekler de... hem, ihtiyar adam onlar için ağlamayacak; zira ağlaması gerekmeyecek...
yeter ki, mavi kanatlarını hiç unutmasınlar. mavi kuşlar olsunlar. göğü sırtlarında taşısınlar.
senai demirci
mavi kus göğü sırtında taşır
yerli̇ler gökten habersi̇zler, dostum! yerliler göklülerin halinden birşey anlamazlar, göklülerin kanatlarına da erişemezler. başörtüsü, başını göğe erdirenlerin derdidir ve yerliler bu derde düşmemekten dertlidir. tesettürü dava edinenlerin yerlilerden birşey istediği, birşey umduğu yok aslında. yerliler onların önüne yüksekçe kapılar diktiler, kargacık burgacık yönetmeliklerle ayaklarına çelme attılar. ama göklüler gözlerini yerlilerin gözlerinin asla değemeyeceği yerlere diktiler. yerlilerin gözü bir tek koltuklarını görüyor, o yüzden onların kendi koltuklarına göz diktiklerini sanıyorlar. sanıyorlar ki, onlar yerlilerin yüzlerini yere yapıştırıp ağızlarının salyasıyla parlattıkları çerçöpe tenezzül ediyorlar. sanıyorlar ki, yerlilerin artıklarını kendilerine katık ediyorlar.
yerliler gökten habersizdirler. ne güneşi batıdan beklerler, ne yağmura göğüslerini açarlar. yerliler sadece yerdekileri sever, sadece yerdekilerden korkarlar. boş yere göklülerin kendi sevdiklerini sevmelerini bekler, kendi saydıklarına saygı duymalarını umarlar. boş yere göklülerin de, yerlilerin korktuklarından korkmalarını beklerler. en çok da göklülerin yerdekileri kaale almamalarından korkarlar.
önlerine yüksek yüksek kapılar diker, ayaklarına yerli ve yersiz yasalardan tuzaklar kurarlar. bakarlar ki, onlar kalblerini üniversite kapısının üzerindeki fetih ayetine satmışlar. ve ellerinin ayası ve gözlerinin ucu hep göğe bakıyor. kapının arkasında koltuklarına sıkı sıkıya yapışmışlar, kalın perdelerin karanlığına gömülmüş, süngüden ödünç alınmış iktidarlarına yaslanmışlar; çaresiz, ecellerini beklemeye devam ediyorlar. kapı önündekiler ise göklü olmanın keyfiyle bakıyorlar yerlilere. yerlilerin yuvalandıkları çukurları görüyorlar, battıkları batakları bir kanat çırpışıyla geçiyorlar.
kapının arkasındakiler kapının önündekileri kıskanıyorlar. evet, kıskanıyorlar. yerliler göklülerin kanatlarını kıskanıyorlar. kendilerini bu dünyaya razı etmişken, onların bu dünyadan da fazlasını ve ötesini istemelerini anlamıyorlar. tepine tepine yerliliklerine ağlamak istiyorlar.
gözyaşları bile yok yerlilerin; hatta gözleri de... göklülerin gözlerine değen ışık onlara karanlıklar getiriyor, göklülerin kanatlarını yıkadığı bulutlar yerlilerin yüreğine kuraklıklar indiriyor. göklüler yerin ve yerlilerin engebelerinden azade, vadilerin ve dağların kıvrımlarından bağımsız kanat çırpıyorlar. dünyanın iniş çıkışları onları ilgilendirmiyor. kendilerini kader kaleminin ucunda bir noktada var ediyorlar. kanatlarının telekleri kaderin çizgilerine vuruyor. kaderden kanatları var hepsinin.
hepsi birer mavi kuş. ama illâ da mavi... çünkü, mavi kuş kendini göğün rengine vermiştir. gökten ayrı bir varlık iddiasında değildir. gökyüzünün renginde fani olmuş ve mavi gökyüzünden kanatları olmuştur. o hürdür. ve o gökyüzüdür. yoluna taşlar durmaz, uçurumlar seferine mani olmaz.
şimdi kapılar önünde bekleşenler aramıza inmiş mavi kuşlardır. evet, görünüşte yerlilerin yürüdüğü sokakları adımlarlar, yerliler gibi sancı çekerler, tenleri yağmurda ıslanır. dünya halleri onları da bağlar. keder-sevinç, hüzün-neşe, başarısızlık-zafer, musibet-saadet, hastalık-sıhhat arasında onlar da konar göçer. bu dünyada yaşarlar, fakat istedikleri zaman mavi kanatlarını açıp, ister bir dağın tepesinden, ister bir uçurumun dibinden havalanıp göğe karışırlar. sanki yeryüzünde konakladıkları yerler onlar için bir bahanedir, ciddiye alınası değildir. nihayet kanatları olan için bir vadinin loş kuytusu da, dağın aydınlık zirvesi de gökyüzüne eşit uzaklıkta değil midir?
yerliler bilmiyorlar. tesettür göğe yakın olma telaşıdır. tesettür, kadınlık izzetini örtüler ardında, mahremiyet bahçesinde inşa etme gayretidir. tesettür, kendini sıradan ve ucuz şehvetler içinde yağmalatmaktan firar etmektir. yerliler bilmez bu saklı savaşı. bilmezler ve anlamazlar göklülerin neden kendilerine kılıç çekmediğini. göklüler başlarını göğe değdirme telaşındadır da, yerliler yarına erişemeyen nabızlarında kan yerine kin dolaştırırlar.
bu hayatın iniş çıkışları göklüleri hiç mi hiç ilgilendirmiyor. i̇lgilendikleri, içinde bulundukları halin nasıl ubudiyete dönüştürüleceği, hangi duaya vesile kılınacağı.
sözgelimi, eğer hastalık haline giriftar olmuşlarsa, sıhhat haline olan ihtiyaçlarını ikrar ile birlikte, bu halin veriliş hikmetini düşünür ve o halde kaldıkça o halin ubudiyetini ve duasını yaparlar. niyeti ubudiyet ve dua olan için, hastalık hali de, sıhhat hali de allah'a kul olmaya eşit uzaklıktadır. aynı şey fakirlik ve zenginlik için de söylenir. ne zenginlik, ne de fakirlik kul olmanın vazgeçilmez şartı değildir. fakirlik halimizi zenginlik haline çevirmek, eğer hikmeti gerektiriyorsa, rabbimizin vazifesidir; ama zenginlik ya da fakirlik halini ubudiyet haline ve duaya çevirmek kulun vazifesidir.
abd olmak, yani başını göğe değdirmek, içinde bulunduğumuz hale bağlı değildir. her hal içinde abd olunabilir, her halin bir ubudiyeti vardır. bu niyetledir ki, i̇brahime (a.s.) ateş gül bahçesi olmuş, yunusa (a.s.) balığın karnı gemi olmuş, eyyubun (a.s.) pek çok yara ve beresi âfiyet vesilesi olmuş, yusuf (a.s.) zindanı medreseye çevirebilmiştir. onlar göklülerdi ve hayatları ile her hal içinde kul olmanın imtihanını verdiler ve rableri de onların hallerini değiştirdi.
şükür ki, bizim imtihanımız onlarınki kadar çetin değil. çok engebeli değil hayatımız. küçük küçük pürüzler üzerinde ine çıka yürüyoruz. bir vadinin en derin yerinden alınıp, hemen bir dağın zirvesine çıkarılmıyoruz. bir zindan mahkûmu iken, hemen ardından bir vezir yapılmıyoruz. bir gün neşeli, diğer gün biraz karamsar oluyoruz; o kadar. mevsimlerimiz yumuşak geçişli; yazın ortasından alınıp hemen zemherire atılmıyoruz. i̇niş çıkışlarımız o kadar derin değil. hepsi hepsi bir gün kapılar açılıyor, öbür gün kapı önüne koyuluyoruz. ama dizlerimizde bir yokuş yorgunluğu, dilimizde şikayetler...
yoksa yerlilerin en çok kıskandığı şeyleri, yani mavi kanatlarımızı mı unuttuk? kader semâsının kuşu olduğumuz hatırımızdan çıktı mı yoksa?
kendisini kaderin mahkûmu bilen, kimsenin mahpusu olmaz. o, parmaklıkların arkasında da olsa, kapının önünde de bekletilse, parmaklıkların önünde olanların, kapıları kapatanların mahpusluğunu görür. böyle olmasaydı, eskişehirde bir cumhuriyet bayramında gülerek rakseden lise mektebinin büyük kızları, okul bahçesinden görülen karanlık hapishane penceresinin ardındaki ihtiyar adam için ağlarlardı. öyle olmadı; seksenlik said nursî yirmilik genç kızlar için ağladı. kaderin mahkûmu nefislerin mahpusu olanlara ağladı. o göklüydü, kızlar da yerde ve yerlilerin elinde kalmışlardı. o göğü sırtında taşıyan mavi kuştu; yerlilerin takıldıklarına takılmadı.
şimdiyse kapının önünde beklemek düştü genç kızlara. okul avlusunda gülerek raksetmedikleri için kapı önündeler. başlarını göğe değdirmek için kapı önündeler. ama asla yerlilerin eline düşmeyecekler, yerli olmayacaklar, cumhuriyet bayramı geldi diye sevinemeyecekler de... hem, ihtiyar adam onlar için ağlamayacak; zira ağlaması gerekmeyecek...
yeter ki, mavi kanatlarını hiç unutmasınlar. mavi kuşlar olsunlar. göğü sırtlarında taşısınlar.
senai demirci
bittiğinde bende lost (dizi olan) etkisi bırakmış olan hikaye kitabı.
mustafa kutlu 'nun en güzel hikaye kitaplarından biridir. okunulması geren bir hikaye , her şeyin göründüğü gibi olmadığını çok güzel anlatıyor .
yıllar evvel okuduğum içeriğini net hatırlamasam da beğendiğimi,sonunda şaşırdığımı hatırladığım kitap.
uzun hikayeden sonra yapımcıların ilgisini çeker belki..
uzun hikayeden sonra yapımcıların ilgisini çeker belki..