genç dergi'nin eski yazarlarından serkan bilge abinin temmuz 2010'da yayınlanan yazısının adı.
yazının tamamı;
--- iktibas ---
bizde genel eğilim, kötü bir örnek misal olamayacaksa da, nedense hep onlar üzerinden gider. çok az kimse muhalif olduğu bir konuda hadisenin tamamını görmeye çalışır ve hadiseye uygun zihnî araçlar kullanır. genellikle yapılan şudur: önce bütünden bir parça çekip alınır, sonra muhakeme masasına yatırılır ve hüküm hemencecik çıkar. zira verilmek istenen o hüküm zaten en baştan bellidir, ki biz buna peşin hüküm deriz. kısacası önce idam sehpası hazırlanmış, sonra hadise mahkeme edilmiştir. bundan dolayı da algılarımız (işlenerek biçimlenmiş duyumlar) hep bu hâlin emrinde çalışır. hani güzel bakan, güzel görür var ya, tam da bunun tersi kötü bakan da, hemen kötüyü görür. ve insanoğlu kötüyü görmeye meşrebi itibarıyla daha meyillidir; çünkü -bâtın kahramanları gibi öncü soyu saymazsak- ruhun zıddı olan nefsin baskısı altındadır.
i̇mdi, yukarıdaki muhakemede birinci yanlış parçanın bütünün tamamını temsil ettiğinin düşünülmesidir. evet parça, bütüne aittir ama tamamen o değildir, sadece bütündendir. örneklendirirsek, bir insanın saçından bir tel çekerseniz, o saç insana aittir; insanın bir parçasıdır, lakin o saç insanın tamamı değildir. kaldı ki bir bütün, onu oluşturan parçalardan çok daha fazla bir şeydir.
i̇kinci muhakeme yanlışı da aynı araçlarla farklı hadiseleri değerlendirmektir, yani hadiseye uygun zihni araç kullanmamaktır. bu mevzu, mikropları inceleyen bir biyoloğun mikroskobunu elinden alıp, fezadaki yıldızları temaşa etmeye benzer ki tutarlı-geçerli bir tarafı yoktur. demek ki her hadisenin kendi iç dinamikleri olduğu gibi, dış araçları da mevcuttur; tabiatıyla da farklı muhakeme usullerinin olması da zaruridir.
yeri gelmişken, meşhur fil hikâyesine de dikkat çekmekte fayda var: genç bir hint prensi, bir gün sarayında otururken vezirlerini çağırır. prens, vezirlerine insanların varlıkları nasıl algıladığına dair sorular sorar. uzun süren konuşma sonunda vezirler saraya üç kör adam ve koca bir fil getirtir. hintli prensin huzurunda vezirler emir verir ve kör adamlar file yaklaşır. kör adamlardan biri filin kuyruğundan, diğeri kulağından, bir diğeri ise filin bacağından tutar. prens dokundukları şeyin ne olduğunu kör adamlara sorar. filin kuyruğundan tutan adam, tuttuğu şeyin ince ve sağa sola hareket eden bir şey olması sebebiyle, bunun bir yılan olabileceği yorumunu yapar. filin kulağından tutan adam, tuttuğu nesnenin geniş, yumuşak ve canlı olmasından etkilenerek bunun bir yarasa olabileceğini söyler. bacağından tutan adam ise dokunduğu nesnenin sert ve kabuklu olmasından esinlenerek, bunun bir ağaç olabileceğini söyler.
ezcümle anlaşılıyor ki, bir meseleye sarkarken hadisenin bütününün görülmesi-bilinmesinin yanında iç dinamiklerinin de kavranması gerekiyor. ve muhakeme edileceği zaman da uygun araçların kullanılması şart oluyor. yoksa halimiz filin kuyruğunu tutup, elindekinin bir yılan olabileceğini söyleyen kör adamın hikayesinden farksız olur.
bir şeyi görebilmek için görecek ve görülecek olanın yanında bulunması gereken şey ışıktır. binaenaleyh ışığın olmadığı yerde de insan değil ancak yarasalar görür. buraya kadar izaha çalıştığımız mesele aslında bir ışık yakmak içindi. ama vır vır dır dırlarla kahvehane muhabbetine dönmemesi ve işin aslının ve astarının billurlaşması için de mümkün olduğunca tecridî planda kalınması gerekliydi.
erkeklerin farklı vesilelerle sorduğu soru şu: türbanlı hanımların miting meydanlarında olması doğru mu? bunlar buralarda ne ararlar?
el cevap:
şeyh sait i̇syanına katılanlar katledilir. kesik başlar, isyana katılan musa beyin kız kardeşi gülnaz hanıma gösterilmek üzere jandarma karakolunda yere dizilir. tanıyor musun? diye sorulur. gülnaz hanım, elleri belinde, kesik başlara yaklaşır. ayağıyla i̇zzet beyin kafasını iter:
bu benim kardeşimin oğludur!
i̇kinci kesik kafayı ayağıyla iter:
bu da benim oğlumdur!
üçüncü kesik kafaya gelince mırıldanır:
buna yazık olmuş, hizmetkârdı!
vakur, komutanlara döner:
erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir! der, çıkar gider.
ardından yazılan destanın adı şu olacaktır: şér şére çi jine çi mére! (aslan aslandır, ha dişi ha erkek!)
netice-i kelam; sizin gibi meydana çıkamayan erkeklerin (!) yerine geliyorlar! sizin arayamadığınızı bulmuşlar; zira aslan aslandır, ha dişi ha erkek!
çakalların birçok sahada hüküm sürdüğü bir asırda, meydandaki aslanlara selam olsun!
--- iktibas ---
yazının tamamı;
--- iktibas ---
bizde genel eğilim, kötü bir örnek misal olamayacaksa da, nedense hep onlar üzerinden gider. çok az kimse muhalif olduğu bir konuda hadisenin tamamını görmeye çalışır ve hadiseye uygun zihnî araçlar kullanır. genellikle yapılan şudur: önce bütünden bir parça çekip alınır, sonra muhakeme masasına yatırılır ve hüküm hemencecik çıkar. zira verilmek istenen o hüküm zaten en baştan bellidir, ki biz buna peşin hüküm deriz. kısacası önce idam sehpası hazırlanmış, sonra hadise mahkeme edilmiştir. bundan dolayı da algılarımız (işlenerek biçimlenmiş duyumlar) hep bu hâlin emrinde çalışır. hani güzel bakan, güzel görür var ya, tam da bunun tersi kötü bakan da, hemen kötüyü görür. ve insanoğlu kötüyü görmeye meşrebi itibarıyla daha meyillidir; çünkü -bâtın kahramanları gibi öncü soyu saymazsak- ruhun zıddı olan nefsin baskısı altındadır.
i̇mdi, yukarıdaki muhakemede birinci yanlış parçanın bütünün tamamını temsil ettiğinin düşünülmesidir. evet parça, bütüne aittir ama tamamen o değildir, sadece bütündendir. örneklendirirsek, bir insanın saçından bir tel çekerseniz, o saç insana aittir; insanın bir parçasıdır, lakin o saç insanın tamamı değildir. kaldı ki bir bütün, onu oluşturan parçalardan çok daha fazla bir şeydir.
i̇kinci muhakeme yanlışı da aynı araçlarla farklı hadiseleri değerlendirmektir, yani hadiseye uygun zihni araç kullanmamaktır. bu mevzu, mikropları inceleyen bir biyoloğun mikroskobunu elinden alıp, fezadaki yıldızları temaşa etmeye benzer ki tutarlı-geçerli bir tarafı yoktur. demek ki her hadisenin kendi iç dinamikleri olduğu gibi, dış araçları da mevcuttur; tabiatıyla da farklı muhakeme usullerinin olması da zaruridir.
yeri gelmişken, meşhur fil hikâyesine de dikkat çekmekte fayda var: genç bir hint prensi, bir gün sarayında otururken vezirlerini çağırır. prens, vezirlerine insanların varlıkları nasıl algıladığına dair sorular sorar. uzun süren konuşma sonunda vezirler saraya üç kör adam ve koca bir fil getirtir. hintli prensin huzurunda vezirler emir verir ve kör adamlar file yaklaşır. kör adamlardan biri filin kuyruğundan, diğeri kulağından, bir diğeri ise filin bacağından tutar. prens dokundukları şeyin ne olduğunu kör adamlara sorar. filin kuyruğundan tutan adam, tuttuğu şeyin ince ve sağa sola hareket eden bir şey olması sebebiyle, bunun bir yılan olabileceği yorumunu yapar. filin kulağından tutan adam, tuttuğu nesnenin geniş, yumuşak ve canlı olmasından etkilenerek bunun bir yarasa olabileceğini söyler. bacağından tutan adam ise dokunduğu nesnenin sert ve kabuklu olmasından esinlenerek, bunun bir ağaç olabileceğini söyler.
ezcümle anlaşılıyor ki, bir meseleye sarkarken hadisenin bütününün görülmesi-bilinmesinin yanında iç dinamiklerinin de kavranması gerekiyor. ve muhakeme edileceği zaman da uygun araçların kullanılması şart oluyor. yoksa halimiz filin kuyruğunu tutup, elindekinin bir yılan olabileceğini söyleyen kör adamın hikayesinden farksız olur.
bir şeyi görebilmek için görecek ve görülecek olanın yanında bulunması gereken şey ışıktır. binaenaleyh ışığın olmadığı yerde de insan değil ancak yarasalar görür. buraya kadar izaha çalıştığımız mesele aslında bir ışık yakmak içindi. ama vır vır dır dırlarla kahvehane muhabbetine dönmemesi ve işin aslının ve astarının billurlaşması için de mümkün olduğunca tecridî planda kalınması gerekliydi.
erkeklerin farklı vesilelerle sorduğu soru şu: türbanlı hanımların miting meydanlarında olması doğru mu? bunlar buralarda ne ararlar?
el cevap:
şeyh sait i̇syanına katılanlar katledilir. kesik başlar, isyana katılan musa beyin kız kardeşi gülnaz hanıma gösterilmek üzere jandarma karakolunda yere dizilir. tanıyor musun? diye sorulur. gülnaz hanım, elleri belinde, kesik başlara yaklaşır. ayağıyla i̇zzet beyin kafasını iter:
bu benim kardeşimin oğludur!
i̇kinci kesik kafayı ayağıyla iter:
bu da benim oğlumdur!
üçüncü kesik kafaya gelince mırıldanır:
buna yazık olmuş, hizmetkârdı!
vakur, komutanlara döner:
erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir! der, çıkar gider.
ardından yazılan destanın adı şu olacaktır: şér şére çi jine çi mére! (aslan aslandır, ha dişi ha erkek!)
netice-i kelam; sizin gibi meydana çıkamayan erkeklerin (!) yerine geliyorlar! sizin arayamadığınızı bulmuşlar; zira aslan aslandır, ha dişi ha erkek!
çakalların birçok sahada hüküm sürdüğü bir asırda, meydandaki aslanlara selam olsun!
--- iktibas ---