kız tavlama sanatı – dertli sözlük
24 mayıs 2010 tarihli birgün gazetesinde ilyas başsoy tarafından kaleme alınmış kişisel gelişim taktikleri.



--spoiler--

ablalar ve abilerle dolu bir mahallede büyüdüğüm için, sanırım 16 yaşında filan teorik bilgilerin tamamını öğrenmiştim: “ã‡ok nazik ve bakımlı olacaksın. sanki bir hobin varmış gibi olmalı ve hatta sırf bu nedenle hobi edinmelisin. sakın ilk adımı sen atma; tamamen dostça yaklaş. asla aşktan, bağlılıktan filan söz etme (unfollow edilirsin), seks deme (block’lanırsın); küfür etme, sinirli görünme, çok fazla da konuşma. sessizliğe yeterince süre verdiğin bir anda, komik bir şey söyle; gülsün. ilk buluşmada öpmeye filan asla kalkışma; hatta becerebilirsen “ondan hoşlandığını ama gizemli bir nedenle (belki de bir başkası var?) daha ileri gidemeyeceğini” hissettir. tüm bu pozları yapabilmenin en sağlam yolu, bu pozlarda işaret edildiği gibi ‘olman’dır. özetle (sırf kızları tavlamak için) iyi, nazik, bakımlı, pozitif ve duyarlı (aslında pozcu) bir insan olmalısın.”
bu bilgiler kitapların sayfalarında, filmlerin sahnelerinde doğrulanırdı. işin püf noktası, her şey tamamen “poz” olmasına rağmen bunu asla (kendine bile) itiraf etmemekti.
“kütürdet beni rutubet” şarkısının meşhur olduğu günlerde, rutubetini bir türlü alamadığım duvarıma macun çeker ve paramın yettiği ucuz boyalarla öğrenci evimi kurtarmaya çalışırken kapım çalındı. sevişme olasılığımızın uğraşmaya değmeyecek kadar düşük olduğuna karar verdiğim için umursamadığım, olağanüstü güzel bir kız gelmişti ders notları için. kazağımın boya lekeleriyle dolu olduğunu görünce: “yoksa sen resim mi yapıyorsun?” diye sordu. hayır demenin her ikimize de haksızlık olacağını hissettim. “evet ama, yaptıklarımı kimseyle paylaşmak istemiyorum” dedim gözlerimi bir an için uzaklara çevirerek.
o günden itibaren eve gelen her yeni kız için giydiğim değişmez bir üniforma oldu o boyalı kazak; ve öyle uğurlu geldi ki, onu bir kez bile ben çıkarmadım üzerimden.
“kız tavlama sanatı” kitabının ilk sayfaları kolayca geçildi. gelişme bölümüne gelince, isimler ve cisimler değişse de; sürekli aynı pozları yapıp, aynı sonuçları elde etmek bunaltıcı gelmeye başladı. kendilerini çok farklı zannetmeleri bile farklı olmayan akılsız farksızlar... tanıdığım tüm kızlar tamagotchi bebeği gibiydi; kurallara uyar, ihtiyaç anında gerekli pozu yaparsan kazanıyordun.
derken bir gün bir kıza hiç poz yapmadan her şeyi anlattım. diğer kızların aksine beni anladı ve başını omzuma koydu. kitabın sonu beklenmedik biçimde gelivermişti. diğer sayfaların bomboş olduğunu o zaman fark ettim. yazar susmuş, gelecek bölümleri bana ve zamana bırakmıştı.
bir arkadaşımın şöyle dediğini anımsıyorum: “tuba ünsal’ın yanımdaki arabayı kullandığını görürsem arabamı hemen onunkine çarparım. kaza ile ilgili konuşurken illa telefon numaraları alınır. sonrası da bana kalmış.”
mhp’ninkinden hayli farklı bir “9 ışık doktrini” olan bir başka arkadaşım vardı; evine gelmeyi kabul eden kızları, dokuz tane farklı lambanın ışıl ışıl ettiği salonunda ağarlıyordu. balıkçı dükkã¢nı gibi ışıltılı ev, kıza anlamsız bir güven veriyordu. åžaraplar yudum yudum içilirken lambalar tek tek sönüyor, en son rezistanslı lamba ağır ağır sönerken fade out’la ertesi sabah sahnesine geçiliyordu.
bir başka arkadaşım bu işlere kendini öyle kaptırdı ki, sonunda kaybetti. “kendimde değilim, kendimde değilim” diye dolaşıyordu. nihayet bir gün bir kıza ã¢şık oldu ve müjdeyi verdi. “artık poz yapmama gerek yok, bu kızla birlikte kendime geldim” eskiden olsa inanır ve sevinirdim buna. ama arkadaşımın itirafı deleuze’lü günlerime rastlamıştı. “kendin diye bir şey var mı sahiden?” diye sordum acımasızca.
ã‡ok çapkın kızlar da tanıdım. bunlardan biri “özgüveni yüksek bir erkek dünyadaki tüm kızları kolayca tavlayabilir” demişti. ona göre zor olan; bir kızın tavlamayı aklına koyduğu bir erkeğin buna direnebilmesiydi. erkekler o kadar sefildi ki, tavlayıcı kızın fazla zeki veya güzel olması bile şart değildi.
edirne’deki selimiye camii’ne turist gibi girdiğimiz bir gün; “değerli cemaat, lütfen cep telefonlarınızı kapayınız veya titreşim moduna getiriniz” anonsunu duyunca; yıllar içinde çapkınlık sanatında da bu tip deconstructivist değişimler olmuş mudur, diye düşündüm.
“no country for old men”deki tiplemesini izleyen kızların “iğrenççç” dediği javier bardem’i, bir yıl sonra “vicky cristina barcelona”da özel uçak kullanan ama ne hikmetse eski ve boyalı bir kazakla dolaşan romantik adam rolünde görünce rahatladım. filmi izleyen kızlar, boyalı kazaklı delikanlıya hemen ã¢şık olmuşlardı. demek ki poz cephesinde değişen bir şey yoktu.
ıssız adam’daki sığ (ve bu nedenle trajik biçimde gerçek) oğlanın, yemek yapmayı bilen, kendi işyerine sahip, mesleğine tutkuyla bağlı ve tüm bunlara rağmen (hem de) gizemli pozlarını izlerken içimden ne söylediysem, barcelona’daki bardem’i izlerken de aynısını söyledim; helal olsun lan sana kıvamında üç “v”li bir “yavvvşak!”
bizim ümit alan birkaç ay önce akaretler’de şık bir eve taşındı. aylin aslım perdelerini seçti, sırrı süreyya koltuğunu beğendi, ece temelkuran duvar rengine, tuna kiremitçi yatak odası dekorasyonuna öneriler getirdi.
paraya kıyıp aldığım bir şişe macallan ile konuğu oldum ve kardeşlerini kollayan her ağabey gibi duygusal bir teklifte bulundum: “boya lekeli eski bir kazağım var. ã‡ok işine yarayabilir. istersen vereyim sana.”
ümit, yetenekli bir köşe vuruşçusu gibi topa falsolu vurdu: “yok abi, sağol... belki sana lazım olur.”
bir an sessizce durduk. “oğlum bari bu telefonundaki angelopoulos melodisini değiştir ve her kıza özdemir asaf’tan bahsetme. yoksa “çok entel bu herif” diye korkacaklar senden. yalnız ve güzel evim deme sonra bana.”
ümit bir süre düşündü. az daha sözlerime inanacaktı. neden sonra kendini toparladı ve “özdemir asaf’ı sevmeyen bir kız” dedi. “varsın beni de sevmesin.”
iyi bir söz müydü şimdi bu? yoksa iyi bir poz mu?
“kendine gel” diyecek oldum ümit’e. hiçbir şey diyemedim.

--spoiler--