sabri tandoğan – dertli sözlük
hayatı hakkında tek bildiğim münir derman ile olan ilişkisi... facebook'ta sevenleri tarafından kurulmuş bir sayfa var. hemen her gün hatıraları, röportajları yayınlanıyor. bir insan nasıl bu kadar beyefendi olabilir anlamakta zorlanıyorum. bugünkü şükürle ilgili hatıralardan kısa bir bölüm:

yıllarca önceydi. bir allah dostunu ziyarete gitmiştim. hatı­rını sordum. annesinin hasta olduğunu, hastahanede yattığını söyledi. biraz sohbet ettik. sonra muhterem vâlideyi ziyarete gittik, incecikti. yatakta yatıyordu. yüzü nur gibi olmuş... bizi gö­rünce doğrulmak için çaba harcadı. hemen koştuk. elini öptük. hatırını sorduk. biliyor musunuz dedi. i̇çim ne istiyor... cambaz olmak isterdim. allah allah. tuhafımıza gitti. yaşlı, nur yüzlü, hanımefendi bir insan cambaz olmak istiyordu. herhalde bir ne­deni vardı. anlayamamıştık. güldü, izah etti... bu ayaklarım be­nim yıllarca bedenimi taşıdı. en yorgun zamanlarımda bile ses çıkarmadı. beni müşkül durumda bırakmadı. eğer cambaz ol­saydım, eğilir, ayağımın altını öper, ona olan şükran borcumu belirtmek isterdim.

bu sözler beni çok etkiledi. yıllardır unutamadım. medenî bir insan, gördüğü en küçük bir iyiliğe, yakınlığa, ilgiye karşı bile ömür boyu borçlu olmalıdır. hayat, yaşamak, varolmak, biraz sevgi, biraz saygı, biraz ilgiden başka nedir? hepimizin bek­lediği, özlediği bu değil midir? bir yerde bize direnme gücü ve­ren, bizi ayakta tutan, yaşama sevinci veren insanlara teşekkür borçlu değil miyiz? bütün bunlar bize allah’ın lütfu değil midir?
bir sohbetinden kısa bir bölüm:

japon dilinde, küçük, basit, önemsiz, sıradan, alelâde, lâlet­tayin gibi kelimeler kullanılmıyor. çünkü onlara göre her şey önemli, hem de son derece önemli. sanırım işin aslı da öyle, önümüzdeki iş neyse, onu hor görmeden, gücümüzün, imkân­larımızın oranında en güzel yapmaya çalışmak; ilerlemenin, tekâmülün ilk şartı değil midir? ve biz millet olarak da, fert ola­rak da bundan ne kadar kaybediyoruz. aklımız hep büyük iş­lerde, köy kahvelerinden tutun da, ta nerelere kadar her gün hükümet kurulur, hükümet devrilir. kime sorsanız, ben başba­kan olsam şöyle yapardım, böyle yapardım hikâyeleri... i̇yi güzel de sen kendi hayatına bir renk, bir ışık, bir anlam getirebildin mi? sen kendi ailen, kendi işyerin için bir huzur, neşe, mutluluk kaynağı olabildin mi? hangi yönünle örneksin? nemrut da ken­dini ilâh gibi görüyordu ama küçük görülen, önemsiz görülen bir sivrisinek ona yetti, ona aczini öğretti. kesinlikle söylüyorum, pek az istisna dışında bu düşünce bizde yok. vaktiyle bir kitap bastıracaktım. ankara’nın o tarihlerde ikinci gelen bir matbaa­sına gittim. şöyle şöyle bir kitap bastırmak istiyorum; yalnız bir noktayı belirtmekte yarar var. lütfen fiyatı ona göre isteyin. ben titiz bir insanım, tek harf hatası bile beni çok üzer. matbaacı doğruldu. i̇mkânsız efendim dedi. hatasız kitap basılmaz. hata­lar olur. kitabın sonuna bir doğru-yanlış bölümü koyar, düzelt­meleri orada yaparız dedi. kendisine biraz evvel tarhan kita­bevi’nde olduğumu, orada shakespeare’in bütün çalışmalarının yer aldığı bir kitabı incelediğimi, çok ince puntolarla yazılmasına rağmen dev bir kitap olduğunu, kitabın başında, tek harf hatası bulana büyük bir para ödeneceğinin yazıldığını söyledim. din­lemedi bile. onlar sahaya çıkmadan mağlubiyeti kabul ediyordu. i̇şte bu zihniyette, bu kafa yapısında bir adamda önce şahsiyet kavramı, kendine saygı kavramı teşekkül etmemiş demektir. ne demek onlar yapar, biz yapamayız demek? bizim bir noksanlığımız mı var?