hande berra – dertli sözlük
canımı en çok sıkan genç yazarıdır. bir insan bu kadar çok gezip, bu kadar güzel ve ilginç yerler görüp, nasıl olur da çoğu soyut, ele gelmeyen; en merak edilen yerden bahsetmiş olsa bile insanı zerre heyecanlandırmayan; donuk ve tatsız yazabilir. insan ister istemez, "gezmek için değil de, zarureten iş için gittiği bir yeri yazmış işte" diye düşünüyor. oysa öyle değil.

sayfayı, ziyan edilmemesi gereken çok değerli bir tuval olarak görüyor. elindeki fırçayı da, boyanın bir parçası bile fazla gelmeyecek şekilde, her damlası altın değerinde farz ediyor. böylelikle, paris'te falanca yerde sergilenmek üzere soyut bir tablo çıkıyor ortaya. bu tablodan bir şey anlamıyoruz. bir kahkaha yok, bir zenci deparı yok ayaklar toz toprak, bir parça taşkınlık yok, bir gıdım eksiklik sonra, bir gülünçlük bir utançlık, bir korna sesi, bir su hışırtısı.

arkada devasa bir orkestra, roma'da şık bir salonda, beyaz eldivenli kadınların ve -illa- siyah şemsiyeli beyefendilerin, kibar ve nazik selamlaşmalarla geçip yerlerine oturdukları, birazdan başlayacak olan, o dehşet, o elegant; o gerçekten büyük erdem ve değerlerle donanmış kültürlü insanların taranmış saçları arasında başlayacak bir performans sanki, bütünüyle soyut ve bütünüyle bambaşka bir dünyaya ait ve elbette bütünüyle gerçek dünyanın şamatasından uzak. neden mücerret bir tablo gibi bu metinler. bilmiyoruz. ne roma'nın trafiği, ne vespa'dan düşen kadının çığlığı...

gezmek, dünyayı, büyük nimet. herkese nasip olmayan.