kendini çok bilen zanneden ama bilgisizliğini ego tatmin aracı olarak kullanan, insanlara sözde ders verme amacı güden özde kafa karıştırmak ve bazı düşünce sistemlerini oturtmak isteyen insanların sıklıkla kullandığı hadistir.
--- iktibas ---
68/el-kalem, 42 ayetinde geçen "yevme yükşefu an sâk" kavl-i ilahisinin nasıl anlaşılacağıyla doğrudan ilişkili olan bu "keşf-i sâk" meselesi, gerek tefsirlerde, gerekse hadis şerhlerinde ve kelam kitaplarında enine boyuna tartışılmıştır.
meselenin aslına geçmeden önce burada küçük bir istitrat yapalım: modern zamanlarda sıkça dillendirilen "kur'an'a aracısız başvurma", "kur'an ve sünnet'ten doğrudan hüküm çıkarma", "kur'an'a uygun/aykırı hadis" gibi söylemlerin içinin boş olduğunu bu mesele çok net bir şekilde göstermektedir. herkesin kur'an'a (aslında "meal"e) aracısız olarak başvurmasını i̇slam'ın birinci şartı gibi dayatanlar, bu gibi noktalarda insanları nasıl bir handikapla yüz yüze bıraktıklarını hiç düşünmüşler midir? ya da ortada belli bir sistem üzerine oturtulmuş "kur'an anlayışı" mevcut değilken "kur'an'a uygun/aykırı hadis" diye tutturanlar aslında ne türlü problemlere geçit verdiklerini hesap etmişler midir?...
yukarıda bir kısmının okunuşunu verdiğim ayette şöyle buyurulur: "sâk'tan açılacağı gün secdeye çağırılırlar; ama güçleri yetmez."
"sâk", ayağın, topuktan itibaren baldıra doğru yükselen, "incik" dediğimiz kısmıdır. bir şeyin aslına ve gövdesine de o şeyin "sâk"ı denir.
kaynaklar, "sâk'tan açılacağı/açıldığı gün" ifadesinin bir "deyim" olduğunu ve herhangi bir işin en şiddetli ve zorlu aşaması hakkında kullanıldığını söyler. özellikle savaş, mübareze ortamlarında durumun son derece şiddetlenip dehşet hissinin zirveye çıktığı anı anlatmak üzere "şemmereti'l-harb an sâkihâ" denir. bu deyimin burada, insanın, yaşadığı dehşet ve şiddetin etkisiyle kendini kaybetmesinden ve elbisesinin açıldığını, inciğinin-baldırının ortaya çıktığını fark edememesinden kinaye olduğu düşünülebilir.
yukarıdaki ayette geçen ifade, önceki ve sonraki birçok müfessirin belirttiği gibi kıyametin en dehşetli anını anlatmaya hamledilmiştir. dolayısıyla kur'an'da "allah'ın inciği/baldırı" diye bir izafetin yer almadığını belirtmek gerekir.
pek çok kişiyi allah tealanın mahlukata benzetilmesi (teşbih) ve ona, cisimlere mahsus özelliklerin atfedilmesi (tecsim) vartasına düşüren acelecilik, yüzeysellik ve şartlanmışlık, keşfus-sâk meselesinde de ne yazık ki yapacağını yapmış ve i̇bn asâkirin, gördüğüm en hafızası geniş kişiydi dediği hadis hafızı ebû âmir el-abderî gibi birisine, eğer rivayet doğruysa 68/el-kalem, 42 ayetini tefsir sadedinde inciğine vurarak, i̇şte benim şu inciğim gibi bir incik dedirtmiştir![1]
başta el-buhârî olmak üzere bazı hadis imamlarının rivayetine göre hz. peygamber (s.a.v), uzun şefaat hadisi meyanında kıyamet günü müminlere, rabblerini tanıyacakları bir alamet olup olmadığı sorulduğunda, sâk veya bir başka varyantta sâkından açması (veya sâkından açılması) karşılığını vereceklerini, bunun üzerine sâkın açılacağını haber vermiştir.[2]
hemen belirtelim ki bu, pek çok hadis imamı tarafından, kimi muhtasar olarak kimi de uzunca nakledilmiş birçok varyantı bulunan bir rivayettir ve oldukça farklı lafızlarla gelmiştir. rabblerini tanıyacakları bir alamet bulunup bulunmadığı sorusuna müminlerin yukarıda naklettiğim ifadeler yanında, bize kendisini tanıttığında onu tanırız[3], rabbimiz tecelli ettiğinde biz onu tanırız[4] veya sadece evet[5] tarzında cevap vereceklerinin nakledilmiş olması, bu rivayetin mana ile aktarıldığını bariz bir şekilde göstermektedir.
i̇mam el-buhârînin sâk kelimesini allah tealaya (sâkuhû tarzında) zamirle izafe eden varyantı kitabına almış olması, allahu alem, mana ile rivayeti tecviz etmesindendir. lafzın nakli konusunda daha hassas olduğunu bildiğimiz i̇mam müslimin sâk kelimesini allah tealaya izafe eden herhangi bir varyant nakletmemiş olması burada altı çizilmesi gereken önemli bir noktadır. bu sebepten olsa gerek, büyük hadis hafızı ebû bekr b. el-arabî, bu kelimenin allah tealaya (sâkullah tarzında) izafe edildiği ne sahih, ne de çürük bir rivayet bulunduğunu söylemiştir.[6]
el-buhârînin aktardığı varyant, saîd b. ebî hilâl isimli ravinin zeyd b. eslemden naklidir. sahîhul-buhârî üzerine istihrac çalışması yapmış olan el-i̇smâîlî, el-buhârînin naklettiği bu ifadede nekaret (güvenilir ravilerin rivayetine aykırılık) olduğunu söylemiş, ardından aynı rivayeti, yine zeyd b. eslemden, ancak hafs b. meysere vasıtasıyla aktarmıştır (müslimin rivayetinde de böyledir) ki, orada, 68/el-kalem, 42 ayetindeki lafzın aynısı yer almaktadır.[7] el-i̇smâîlînin bu tesbiti son derece önemlidir. zira aynı rivayeti zeyd b. eslemden sadece hafs b. meysere değil, abdurrahman b. i̇shak[8] ve hişâm b. sad[9]da kurandaki ifadenin aynısı tarzında (izafetsiz olarak) aktarmıştır. bu kelimeyi izafetli olarak nakleden ravi saîd b. ebî hilâl, yahya b. maîn, ahmed b. hanbel gibi büyük hadis imamları tarafından tenkit edilmiş bir kişidir.
"keşfu's-sâk" deyiminin "azim bir nur açılması" anlamına geldiği hakkında hz. peygamber (s.a.v)'den nakledilmiş zayıf bir rivayet mevcut ise de[10]burada bu rivayet üzerinde durmayacağım.
------"keşfu's-sâk" meselesini, hz. peygamber (s.a.v)'in ifadelerinin, kimi ravi tasarruflarına maruz kalması ve ravilerin, anladıkları şeyi aktarmaları sonucu "allah teala'nın inciği/baldırı" şekline dönüştüğünü söylememizi mümkün, hatta "gerekli" kılan bir diğer husus, büyük imamlardan da bu tavrı destekleyen ifadelerin nakledilmiş olmasıdır.
ezcümle 68/el-kalem, 42 ayetinin tefsiri sadedinde i̇bn abbâs (r.a), "kur'an'ın herhangi bir ayetini anlamadığınız zaman şiire (cahiliye şiirine) başvurun; zire o, arab'ın divanı (hafızası)dır" demiş ve "keşf-i sâk" deyiminin arap dilinde "şiddet, zorluk, sıkıntı" anlamlarında kullanıldığını gösteren bir şiir okumuştur.[11] hemen bütün tefsir kaynakları, i̇bn abbâs (r.a)'ın ilgili ayette geçen bu deyimi bu şekilde açıkladığını nakletmektedir.------
et-taberî, i̇bn kesîr ve es-süyûtî'nin tefsirleriyle el-beyhakî'nin "el-esmâ ve's-sıfât"ında, mücâhid, i̇krime, katâde gibi tabiîlerin aynı doğrultudaki açıklamaları, buraya alınamayacak kadar uzundur.
i̇mam mâlik'e, sadedinde bulunduğumuz hadis de dahil olmak üzere "müteşabihat" alanına giren birkaç rivayet nakledildiğinde hiddetlenmiş ve bu türlü rivayetlerin nakledilmesini yasaklamıştır.[12] tabiun'dan sa'îd b. cübeyr'in tavrı da farklı değildir.[13]
ebû hâtim de hadiste geçen "sâk" kelimesini "şiddet" kelimesiyle açıklamıştır.[14]
önemine binaen epey uzattığım bu bahsi, el-kevserî merhumun genel olarak müteşabihat konusundaki temel bir tesbitiyle noktalayalım: i̇nsanlar arasında bilinen ve kullanılan herhangi bir lafız kur'an'da veya meşhur/sahih hadislerde allah teala hakkında varit olmuş ise, o lafzın allah teala hakkında kullanılması konusunda tevakkuf edilmez. şu kadar ki, bu türlü lafızlar allah teala hakkında kullanıldığında, insanlar/mahlukat için geçerli olan anlamlardan daha yüce (allah teala'nın yüceliğine layık) olan ve tenzihe aykırı düşmeyen anlamlar söz konusudur. bu durumda lafzın allah teala hakkında mecaz, mahlukat hakkında hakiki anlamda kullanılmış olması da, bunun tersi de mümkündür [15]
hemen belirtelim ki, bu açıklama, delaleti ve sübutu kat'î nasslarda geçen "el, yüz, istiva " gibi lafızlar için geçerlidir. "keşfu's-sâk" konusunu ise böyle değerlendirmek mümkün değildir. zira "sâk" kelimesinin allah teala'ya izafesi konusunda kat'î bir delil yoktur.
doğrusunu allah teala bilir.
[1] bkz. i̇bn asâkir, târîhu dimaşk, liii, 60. ez-zehebî, i̇bn asâkir tarafından bana ulaştığına göre ifadesiyle nakledildiği için bu rivayetin münkatı (senedi kesintili) olduğunu söyler ve bu gibi sözlerin sapık mücessimeye ait olduğunun altını çizer. (bkz. tezkiretul-huffâz, iv, 1274)
[2] el-buhârî, tevhîd, 24; el-hâkim, el-müstedrek, iv, 582-3, 90; i̇bn hibbân, el-i̇hsân, xvi, 377; et-taberânî, el-mucemul-kebîr, ix, 357
[3] ed-dârimî, rikâk, 83; et-taberânî, el-mucemul-kebîr, ix, 354; i̇bn mende, el-îmân, ii, 794.
[4] müslim, i̇mân, 299.
[5] müslim, i̇mân, 302; et-tayâlîsî, el-müsned, 289.
[6] ebû bekr b. el-arabî, el-avâsım minel-kavâsım, 222.
[7] i̇bn hacer, fethul-bârî, viii, 664.
[8] ahmed b. hanbel, el-müsned, iii, 16.
[9] i̇bn mende, el-îmân, ii, 797.
[10] ebû ya'lâ, el-müsned, xiii, 215.
[11] el-beyhakî, el-esmâ ve's-sıfât, 345
[12] i̇bn abdilberr, et-temhîd, vii, 150.
[13] i̇bnu'l-cevzî, def'u şübehi't-teşbîh, 36.
[14] i̇bn hibbân, el-i̇hsân, xvi, 382.
[15] i̇bn kuteybe'nin el-i̇htilâf fi'l-lafz'ına yazdığı ta'likler meyanında, 44.
kaynak: ebubekir sifil
--- iktibas ---
evet efendim yukarıda iktibasta 6 tane tire ile belirtilen kısımdaki yoruma dikkat. zira i̇bn-i abbas'ın yorumudur. şimdi gelelim herkesi mukallitlikle suçlayan ve ego tatmini yapmaya çalışan bir kısım insanlara. sorsan "arapça nedir, nasıl bir dildir?" diye. verecekleri cevap "sağdan sola yazılır, gözü yormayan harflere sahiptir, çeşitli işaretleri vardır." dan öteye gidemeyen ama sanki kırk yıllık hadis imamı gibi konuşup insanların kafasını karıştırmaya çalışanlar vardır. bu insanlar hep var olagelmiştir. mukallitin manasını bilmeden, herkese mukallit diyen kişi, kendisi reaksiyoner olmaktan öteye gidemez. zira verdiği tepkiler bilgisiz ve bilinçsiz. öncelikle arap diline hakim olmak ve birçok yörede bir kavramın birçok farklı kelime ve cümle ile ifade edildiğini bilmek gerekir. zira bu türkçe içinde böyledir. ama arapça'da fesahat ve belağat olarak farklı yöreler mevcuttur ve birçok söylem bir diğer söylemin tersini teşkil eder. zira bir alim arapça'yı tam manasıyla öğrenebilmek için, birçok arap kabilesinin yanında ikamet etmiş, ömrünün yarısını çöllerde geçirmiştir.
sadece türkçe'ye çevrilen-doğru çevrilip çevrilmediği bile belli değil.- bir hadisten hareketle bir hadis kitabını yok sayacak kadar ileriye gitmek ancak reaksiyoner bir tepkinin ürünüdür.
artık islam'ın ilmi konularında bilgisi olmayanın dahi konuşur olduğu bir ortamda ve bilenlerin görüşlerini yok sayarcasına çarpıttığı bir mekanda ve zamanda kimin neye inandığının pek bir önemi yok. zira ehl-i sünnet ve-l cemaat itikadı ortadadır. orta yoldur. bunu bilen biliyor. zaten ahirette mahşer meydanında herşey gün yüzüne çıkacaktır.
vesselam...
--- iktibas ---
68/el-kalem, 42 ayetinde geçen "yevme yükşefu an sâk" kavl-i ilahisinin nasıl anlaşılacağıyla doğrudan ilişkili olan bu "keşf-i sâk" meselesi, gerek tefsirlerde, gerekse hadis şerhlerinde ve kelam kitaplarında enine boyuna tartışılmıştır.
meselenin aslına geçmeden önce burada küçük bir istitrat yapalım: modern zamanlarda sıkça dillendirilen "kur'an'a aracısız başvurma", "kur'an ve sünnet'ten doğrudan hüküm çıkarma", "kur'an'a uygun/aykırı hadis" gibi söylemlerin içinin boş olduğunu bu mesele çok net bir şekilde göstermektedir. herkesin kur'an'a (aslında "meal"e) aracısız olarak başvurmasını i̇slam'ın birinci şartı gibi dayatanlar, bu gibi noktalarda insanları nasıl bir handikapla yüz yüze bıraktıklarını hiç düşünmüşler midir? ya da ortada belli bir sistem üzerine oturtulmuş "kur'an anlayışı" mevcut değilken "kur'an'a uygun/aykırı hadis" diye tutturanlar aslında ne türlü problemlere geçit verdiklerini hesap etmişler midir?...
yukarıda bir kısmının okunuşunu verdiğim ayette şöyle buyurulur: "sâk'tan açılacağı gün secdeye çağırılırlar; ama güçleri yetmez."
"sâk", ayağın, topuktan itibaren baldıra doğru yükselen, "incik" dediğimiz kısmıdır. bir şeyin aslına ve gövdesine de o şeyin "sâk"ı denir.
kaynaklar, "sâk'tan açılacağı/açıldığı gün" ifadesinin bir "deyim" olduğunu ve herhangi bir işin en şiddetli ve zorlu aşaması hakkında kullanıldığını söyler. özellikle savaş, mübareze ortamlarında durumun son derece şiddetlenip dehşet hissinin zirveye çıktığı anı anlatmak üzere "şemmereti'l-harb an sâkihâ" denir. bu deyimin burada, insanın, yaşadığı dehşet ve şiddetin etkisiyle kendini kaybetmesinden ve elbisesinin açıldığını, inciğinin-baldırının ortaya çıktığını fark edememesinden kinaye olduğu düşünülebilir.
yukarıdaki ayette geçen ifade, önceki ve sonraki birçok müfessirin belirttiği gibi kıyametin en dehşetli anını anlatmaya hamledilmiştir. dolayısıyla kur'an'da "allah'ın inciği/baldırı" diye bir izafetin yer almadığını belirtmek gerekir.
pek çok kişiyi allah tealanın mahlukata benzetilmesi (teşbih) ve ona, cisimlere mahsus özelliklerin atfedilmesi (tecsim) vartasına düşüren acelecilik, yüzeysellik ve şartlanmışlık, keşfus-sâk meselesinde de ne yazık ki yapacağını yapmış ve i̇bn asâkirin, gördüğüm en hafızası geniş kişiydi dediği hadis hafızı ebû âmir el-abderî gibi birisine, eğer rivayet doğruysa 68/el-kalem, 42 ayetini tefsir sadedinde inciğine vurarak, i̇şte benim şu inciğim gibi bir incik dedirtmiştir![1]
başta el-buhârî olmak üzere bazı hadis imamlarının rivayetine göre hz. peygamber (s.a.v), uzun şefaat hadisi meyanında kıyamet günü müminlere, rabblerini tanıyacakları bir alamet olup olmadığı sorulduğunda, sâk veya bir başka varyantta sâkından açması (veya sâkından açılması) karşılığını vereceklerini, bunun üzerine sâkın açılacağını haber vermiştir.[2]
hemen belirtelim ki bu, pek çok hadis imamı tarafından, kimi muhtasar olarak kimi de uzunca nakledilmiş birçok varyantı bulunan bir rivayettir ve oldukça farklı lafızlarla gelmiştir. rabblerini tanıyacakları bir alamet bulunup bulunmadığı sorusuna müminlerin yukarıda naklettiğim ifadeler yanında, bize kendisini tanıttığında onu tanırız[3], rabbimiz tecelli ettiğinde biz onu tanırız[4] veya sadece evet[5] tarzında cevap vereceklerinin nakledilmiş olması, bu rivayetin mana ile aktarıldığını bariz bir şekilde göstermektedir.
i̇mam el-buhârînin sâk kelimesini allah tealaya (sâkuhû tarzında) zamirle izafe eden varyantı kitabına almış olması, allahu alem, mana ile rivayeti tecviz etmesindendir. lafzın nakli konusunda daha hassas olduğunu bildiğimiz i̇mam müslimin sâk kelimesini allah tealaya izafe eden herhangi bir varyant nakletmemiş olması burada altı çizilmesi gereken önemli bir noktadır. bu sebepten olsa gerek, büyük hadis hafızı ebû bekr b. el-arabî, bu kelimenin allah tealaya (sâkullah tarzında) izafe edildiği ne sahih, ne de çürük bir rivayet bulunduğunu söylemiştir.[6]
el-buhârînin aktardığı varyant, saîd b. ebî hilâl isimli ravinin zeyd b. eslemden naklidir. sahîhul-buhârî üzerine istihrac çalışması yapmış olan el-i̇smâîlî, el-buhârînin naklettiği bu ifadede nekaret (güvenilir ravilerin rivayetine aykırılık) olduğunu söylemiş, ardından aynı rivayeti, yine zeyd b. eslemden, ancak hafs b. meysere vasıtasıyla aktarmıştır (müslimin rivayetinde de böyledir) ki, orada, 68/el-kalem, 42 ayetindeki lafzın aynısı yer almaktadır.[7] el-i̇smâîlînin bu tesbiti son derece önemlidir. zira aynı rivayeti zeyd b. eslemden sadece hafs b. meysere değil, abdurrahman b. i̇shak[8] ve hişâm b. sad[9]da kurandaki ifadenin aynısı tarzında (izafetsiz olarak) aktarmıştır. bu kelimeyi izafetli olarak nakleden ravi saîd b. ebî hilâl, yahya b. maîn, ahmed b. hanbel gibi büyük hadis imamları tarafından tenkit edilmiş bir kişidir.
"keşfu's-sâk" deyiminin "azim bir nur açılması" anlamına geldiği hakkında hz. peygamber (s.a.v)'den nakledilmiş zayıf bir rivayet mevcut ise de[10]burada bu rivayet üzerinde durmayacağım.
------"keşfu's-sâk" meselesini, hz. peygamber (s.a.v)'in ifadelerinin, kimi ravi tasarruflarına maruz kalması ve ravilerin, anladıkları şeyi aktarmaları sonucu "allah teala'nın inciği/baldırı" şekline dönüştüğünü söylememizi mümkün, hatta "gerekli" kılan bir diğer husus, büyük imamlardan da bu tavrı destekleyen ifadelerin nakledilmiş olmasıdır.
ezcümle 68/el-kalem, 42 ayetinin tefsiri sadedinde i̇bn abbâs (r.a), "kur'an'ın herhangi bir ayetini anlamadığınız zaman şiire (cahiliye şiirine) başvurun; zire o, arab'ın divanı (hafızası)dır" demiş ve "keşf-i sâk" deyiminin arap dilinde "şiddet, zorluk, sıkıntı" anlamlarında kullanıldığını gösteren bir şiir okumuştur.[11] hemen bütün tefsir kaynakları, i̇bn abbâs (r.a)'ın ilgili ayette geçen bu deyimi bu şekilde açıkladığını nakletmektedir.------
et-taberî, i̇bn kesîr ve es-süyûtî'nin tefsirleriyle el-beyhakî'nin "el-esmâ ve's-sıfât"ında, mücâhid, i̇krime, katâde gibi tabiîlerin aynı doğrultudaki açıklamaları, buraya alınamayacak kadar uzundur.
i̇mam mâlik'e, sadedinde bulunduğumuz hadis de dahil olmak üzere "müteşabihat" alanına giren birkaç rivayet nakledildiğinde hiddetlenmiş ve bu türlü rivayetlerin nakledilmesini yasaklamıştır.[12] tabiun'dan sa'îd b. cübeyr'in tavrı da farklı değildir.[13]
ebû hâtim de hadiste geçen "sâk" kelimesini "şiddet" kelimesiyle açıklamıştır.[14]
önemine binaen epey uzattığım bu bahsi, el-kevserî merhumun genel olarak müteşabihat konusundaki temel bir tesbitiyle noktalayalım: i̇nsanlar arasında bilinen ve kullanılan herhangi bir lafız kur'an'da veya meşhur/sahih hadislerde allah teala hakkında varit olmuş ise, o lafzın allah teala hakkında kullanılması konusunda tevakkuf edilmez. şu kadar ki, bu türlü lafızlar allah teala hakkında kullanıldığında, insanlar/mahlukat için geçerli olan anlamlardan daha yüce (allah teala'nın yüceliğine layık) olan ve tenzihe aykırı düşmeyen anlamlar söz konusudur. bu durumda lafzın allah teala hakkında mecaz, mahlukat hakkında hakiki anlamda kullanılmış olması da, bunun tersi de mümkündür [15]
hemen belirtelim ki, bu açıklama, delaleti ve sübutu kat'î nasslarda geçen "el, yüz, istiva " gibi lafızlar için geçerlidir. "keşfu's-sâk" konusunu ise böyle değerlendirmek mümkün değildir. zira "sâk" kelimesinin allah teala'ya izafesi konusunda kat'î bir delil yoktur.
doğrusunu allah teala bilir.
[1] bkz. i̇bn asâkir, târîhu dimaşk, liii, 60. ez-zehebî, i̇bn asâkir tarafından bana ulaştığına göre ifadesiyle nakledildiği için bu rivayetin münkatı (senedi kesintili) olduğunu söyler ve bu gibi sözlerin sapık mücessimeye ait olduğunun altını çizer. (bkz. tezkiretul-huffâz, iv, 1274)
[2] el-buhârî, tevhîd, 24; el-hâkim, el-müstedrek, iv, 582-3, 90; i̇bn hibbân, el-i̇hsân, xvi, 377; et-taberânî, el-mucemul-kebîr, ix, 357
[3] ed-dârimî, rikâk, 83; et-taberânî, el-mucemul-kebîr, ix, 354; i̇bn mende, el-îmân, ii, 794.
[4] müslim, i̇mân, 299.
[5] müslim, i̇mân, 302; et-tayâlîsî, el-müsned, 289.
[6] ebû bekr b. el-arabî, el-avâsım minel-kavâsım, 222.
[7] i̇bn hacer, fethul-bârî, viii, 664.
[8] ahmed b. hanbel, el-müsned, iii, 16.
[9] i̇bn mende, el-îmân, ii, 797.
[10] ebû ya'lâ, el-müsned, xiii, 215.
[11] el-beyhakî, el-esmâ ve's-sıfât, 345
[12] i̇bn abdilberr, et-temhîd, vii, 150.
[13] i̇bnu'l-cevzî, def'u şübehi't-teşbîh, 36.
[14] i̇bn hibbân, el-i̇hsân, xvi, 382.
[15] i̇bn kuteybe'nin el-i̇htilâf fi'l-lafz'ına yazdığı ta'likler meyanında, 44.
kaynak: ebubekir sifil
--- iktibas ---
evet efendim yukarıda iktibasta 6 tane tire ile belirtilen kısımdaki yoruma dikkat. zira i̇bn-i abbas'ın yorumudur. şimdi gelelim herkesi mukallitlikle suçlayan ve ego tatmini yapmaya çalışan bir kısım insanlara. sorsan "arapça nedir, nasıl bir dildir?" diye. verecekleri cevap "sağdan sola yazılır, gözü yormayan harflere sahiptir, çeşitli işaretleri vardır." dan öteye gidemeyen ama sanki kırk yıllık hadis imamı gibi konuşup insanların kafasını karıştırmaya çalışanlar vardır. bu insanlar hep var olagelmiştir. mukallitin manasını bilmeden, herkese mukallit diyen kişi, kendisi reaksiyoner olmaktan öteye gidemez. zira verdiği tepkiler bilgisiz ve bilinçsiz. öncelikle arap diline hakim olmak ve birçok yörede bir kavramın birçok farklı kelime ve cümle ile ifade edildiğini bilmek gerekir. zira bu türkçe içinde böyledir. ama arapça'da fesahat ve belağat olarak farklı yöreler mevcuttur ve birçok söylem bir diğer söylemin tersini teşkil eder. zira bir alim arapça'yı tam manasıyla öğrenebilmek için, birçok arap kabilesinin yanında ikamet etmiş, ömrünün yarısını çöllerde geçirmiştir.
sadece türkçe'ye çevrilen-doğru çevrilip çevrilmediği bile belli değil.- bir hadisten hareketle bir hadis kitabını yok sayacak kadar ileriye gitmek ancak reaksiyoner bir tepkinin ürünüdür.
artık islam'ın ilmi konularında bilgisi olmayanın dahi konuşur olduğu bir ortamda ve bilenlerin görüşlerini yok sayarcasına çarpıttığı bir mekanda ve zamanda kimin neye inandığının pek bir önemi yok. zira ehl-i sünnet ve-l cemaat itikadı ortadadır. orta yoldur. bunu bilen biliyor. zaten ahirette mahşer meydanında herşey gün yüzüne çıkacaktır.
vesselam...