cemil meriç – dertli sözlük
modern türk düşünce geleneğinde nevi şahsına münhasır bir yeri vardır. kemalist sol intelijensiyadan ve muhafazakâr/i̇slami gelenekten ayrıldığı birçok nokta vardır. liseyi fransız mandası döneminde antakya sultani’sinde okuduğu için erken dönemde avrupa kültürünü yakından tanıma imkânı buldu;

“lise bir’de hugo’nun legends du siecle’ini okuduk. lise iki’de chateaubriand’ın atala, rene ve le dernier des abincerages’ını. . . . lise üç’te lanson’un ‘edebiyat tarihi’ sınıf kitabımız oldu. yalniz lanson mu? zaman zaman desranges’ın seçme yazılar’ı da. ayrica klasikler: moliere’den, corneille’den, racine’den üç dört kitap okumak zorundaydık.”

bu dönemde yapılan alfabe değişikliği ve dil reformundan derinden etkilenmiştir. yaşadığı bu ağır kültür şokunu hayatı boyunca hep üzerinde taşıyacak;

“lise tahsili boyunca hep osmanlıca yazdım. hür bıraktılar, harfl eri kullanmada. . . . belki osmanlı’dan kopmadığım için inkılap aydınlarına benzemiyorum. . . . araplarin ve çerkeslerin yanında, onlara karşı kendi an’aneme gömüldüm. fakat aynı zamanda avrupalılaşmayı bütünüyle yaşadım. fransız mahremiyetine girme imkanım oldu. halbuki inkılap nesli bunların hiçbirini yaşamadı”

liseden sonra hayatının en buhranlı dönemlerini yaşadı. hatay’a nahire müdürü atandıktan sonra komünist olmakla suçlandı, dolayısıyla işinden oldu. önce i̇stanbul’a gitti, i̇kinci dünya savaşı başladığı için yurt dışına dil eğitimine gidemedi. elazığ’da öğretmenliğe başladı. 1946’da i̇stanbul üniversitesine hoca olarak girmesi entelektüel gelişimine uygun bir ortam sağladı. meriç 60’lara kadar hep avrupa merkezli kaldı ta ki hint edebiyatı ile tanışana kadar;

“60’lara kadar tecessüsümün yöneldiği kutup avrupa. coğrafyamda asya yok. . . . hint benim için asya’nın keşfi oldu. avrupa’dan görülen asya, avrupalının gözü ile asya, ama nihayet asya. bu yeni dünyada da kılavuzlarım avrupalıydı demek istiyorum, ilk hocam romain roland. . . . ama büyü bozulmuştu, anlamıştım ki tarihte başka avrupa’lar da var.”

i̇lk düşünce kitabı bir dünya’nın eşiğinde hint edebiyatı üzerinedir. 70’lerdeki kısır entelektüel ortamında meriç sürekli muhafaza etmeye çalıştığı seçkinciliği sayesinde bir yıldız gibi parlamayı başardı;

“i̇zm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. i̇tibarları menşelerinden geliyor. hepsi de avrupalı”

“sol-sağ . . . çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı. . . . avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu”

1974-84 arası onun en verimli olduğu dönemdir, birçok çalışması bu dönemde yayınlandı.
meriç’in doğu batı kıyaslamaları aşağılık kompleksinden kurtulamayan doğu hayranları ve batı’yı anlamadan taklit peşine düşen batıcıların arasından sıyrılır;

“batı ile doğu’yu ayrı dünyalar gibi göstermeye kalkışanlar büyük bir gafl et içindedirler. batı ile doğu ancak haritada bir realite. i̇htiyarlayan, belleri bükülen, bunayan milletler var. ortaçağ’da, avrupa doğu, asya batı’dır. i̇bn haldun bergson’dan çok daha batılı. . . . tarih, galiplerin yazdığı bir kitap”

“doğu-batı kutuplaşması, batı’nın eseri olan çok yersiz bir tasnif. eğer batı hür düşüncenin vatanı ise zaman zaman doğu, batı olmuştur. 14. yüzyılda yaşayan bir i̇bn haldun, 17. yüzyıldaki bossuet’ den çok daha batılı’dır”

tabi meriç’i orijinal kılan unsurlardan birisi de marksist literatürü çok iyi bilmesi. bir taraftan solcuları/marksizm’i amansız bir şekilde eleştirirken marks’ın ortaya attığı düşünsel kavramlardan yararlanmaktan çekinmez;

“i̇slamiyet terakkiye mani midir? şeklinde bir soru, sosyolojik kafadan mahrumiyeti gösterir. i̇slam bir üst yapı müessesesidir. bir i̇bn rüşd veya i̇bn haldun’un yetişmesine engel olmamıştır. hristiyanlık terakkiye ne kadar engelse i̇slam da o kadar engeldir. gelişen bir cemiyet icin kanattır din, çöken bir ülke için safradir. osmanlı i̇mparatorluğu’nun çöküşü sosyal ve ekonomik sebeplerdendir, i̇slamiyetin bunda hiçbir rolü yoktur. feodal istihsal sistemi, kapitalizm tarafından bozguna uğratılmıştır”

marksizm’in batı düşüncesine kritik bakma olanağı sağladığını söyler;

“descartes’in xvii. yüzyılda avrupa’da başardığı düşünce devrimine benzeyen bir düşünce devrimi yaratmıştır bizde marksizm. anlatmıştır ki batı düşüncesi dokunulmaz bir hakikatler bütünü değildir. her sınıfın, her milletin, her camianın kendini korumak için uydurduğu yalanlar var. batı’dan icazet almadıkça batı’yı tenkit edemezdik. marksizm bize bu icazeti verdi. yani şuurumuza takılan zincirleri kırdı ve avrupa büyüsünü bozdu.”

bir dönem solcu entelektüellerin tapındığı marksizm’i öncelikle bir araştırma yöntemi olarak görür;

"marksizm de dışarıdan gelen bütün ideolojiler gibi bir felaket kaynağı olmuştur. çünkü, çocuklarımız hazırlıksızdılar. marksizmin de bir ideoloji olduğunu bilmiyorlardı. delikanlılar çarpıtılmış sloganları dünyaca geçerli bir hakikat sandılar. oysa marksizm bir doktrin olmadan once, bir araştırma yöntemidir. bir tekke şeyhi degildir marx. belli bir çağda, belli bir bölgede yaşamış, her insan gibi, birçok zaafları olan bir düşünce adamı"

bunları söylerken düşünce hürriyetini de açıkça savunur;

“hep birden esfel-i safi line yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız. i̇nsanlar sloganla güdülmez. düsünceye hürriyet, sonsuz hürriyet! kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve türkiye’nin kaderini onların aydınlığında, fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. i̇şte en doğru yol”

batı’yı tam anlamıyla bilmekten çekinilmemesi gerektiğini iddia eder;

"yeni osmanlılar’dan genç sosyalistlere kadar bütün intelijansiyamız hamakatin içindedir. batı’yı tanımadan taklit etmişiz. çare, batı’yı bütün olarak tanımak. batı’nın içtimai ve iktisadi tarihini bütünü ile bilmek. her içtimai nazariyenin zehirli ve hayırlı tarafl arını bütünün içine yerleştirerek anlayabiliriz. batı’nın bütün dünya görüşlerini bilmek. batı’yı bütünüyle, yalanı ile, hakikatiyle tanımak"

bütün bunların yanında edward said’den yıllar önce oryantalizm hakkında yazması onun düşünce ufkunun genişliğini iyi bir şekilde açıklar. meriç teorisyenlik amacı gütmediği için bu düşünceleri gelişme aşamasında kaldı. solcu entelektüellerin milli demokratik devrim, asya tipi üretim tarzı, maoizm gibi safsatalara saplanıp kalığı bir dönemde onun oryantalizm üzerine mesai harcaması aradaki seviye farkını gözler önüne serer;

“oryantalizm bir günde kurulmaz ve bir koldan çalışmaz. doğu evvela filolojik olarak tanınır. fransa’da ecole des langues orientales 19. yüzyıl başlarında kurulur. i̇lk hocası batı’da 50 yıl sahasında hüküm sürecek olan silvestre de sacy. arapça tetkikler onunla başlar. . . . batı’nın doğu merakının temelinde mutlak olarak kapitalizm vardır, saf ilmi bir tecessüs değildir bu. gelişen bir sınıfın ihtiyacıdır”

oryantalizme olan derin ilgisi sayesinde 1981’de edward said’i eleştirecek kadar birikim elde edebilmiştir. bu yıllarda bizim entelijensiya edward said’i muhtemelen duymamıştı bile;

“william jones’un “muallakat” tercümelerini düsünüyorum. edward said’in ithamlari geliyor aklıma: oryantalistler ajandırlar. belki doğru ama neyin ajanı? adam farsça’nın zamanımıza kadar muteber bir gramerini fransızca olarak kaleme almıs, nadir sah tarihi’ni voltaire’in diline kazandırmış, osmanlı edebiyatının i̇ran ve arap edebiyatları içinde çok orijinal bir yeri olduğunu delilleriyle ispat etmiş. ajan bu mu? biz yarım asır önce yazılan bir arap edebiyatı tarihinden habersiziz. ne imr’ul kays’ı tanıyoruz tanıyoruz, ne suk-ul ukra’yı. ajan biz miyiz acaba, batılılar mı?”

acaba bizdeki cumhuriyet elitler yerli oryantalistler rolünü mü oynadı;

“ahmet mithat müsteşrikler kongresine giderken, “bizi nereye yerleştirecekler” diye düşünür. “biz de batı’yı tanıyoruz, yani müstağribiz.” batı düşüncesini tanıyan insanların ismi, aynı zamanda halktan kopmuş bahtsız aydınların da ismidir. ahmet mithat, avrupa’ya bir fatih edasıyla gidiyordu. batı ile doğu insan beyninin iki yarım küresi idi ona göre. i̇slam’ın vahdeti onu da etkiler. . . . gulliver kompleksi diyorum ben buna: ölçüleri kaybetmek. osmanlı için, hidayeti temsil eden osmanlı ile delaleti temsil eden bir kafirler ülkesi olarak garb var idi. ahmet mithat’tan sonra durum tersine döndü. küçüldükçe küçüldük. batı’nın iftiralarına, biz de yenilerini ekledik. şark bir harabezardır, bir miskinler tekkesidir. ali canip için de nazım hikmet için de şark böyledir. çetin altan da her makalesinde şark aleyhtarıdır. . . . böylece kendimize düşmanın biçtiği ölçülerle yetinmemiş, bunlara yenilerini ilave etmişizdir. oysa belli bir şark prototipi olmadığı gibi, batı prototipi de yoktur. . . . bütün oryantalistleri yalancılık ve casuslukla itham etmek doğru olmaz. bu yamyam avrupa ile düşünen avrupa’yı aynı kefeye koymak olur.”

son olarak meriç’in dil kültür hakkında yazdıkları cumhuriyet döneminde yaşanan reform trajedilerinden sonra türk düşünce geleneğinin namusunu kurtarmıştır denilse herhalde abartı olmaz;

“türkçenin bedbahtlığı, tabii tekamülünü yaparken, birdenbire zıplamaya zorlanmasından olmuştur. nesiller arasındaki köprüler uçurulmuş ve hafızadan mahrum bir nesil türetilmiştir. hafızadan yani kültürden. milletin ana vasfı: devamlılık. altı yüzyıllık tarih cerrahi bir ameliyatla içtimai uzviyetten koparılıp atılınca, türk düşüncesi boşlukta kalmıştır. boşlukta kalmıştır, çünkü batı’ya da tutunamamış, sırtını batı tefekkürüne de dayayamamıştır. elli yıldan beri batı’yla bu kadar sarmaş dolaş olduğumuz halde, hala yeni neslin tek değer yetiştirememesi, bunun en hazin tecellilerinden biri değil mi? uydurca ile bir hurriyet kasidesi, bir sis, hatta bir erenlerin bağından yaratılabilmesi için en az bir altı yüzyıla daha ihtiyaç var”

dil devrimi hakkında da şunları söyler;

“dil davası yoktur, intelijansiyanın yabancılaşması, başkalaşması, düşmanlaşması vardır. türkiye’de halk kendi kitaplarını, aydın batı’nin kitaplarını okur. halkın anlayacağı bir dil konuşmaktan elbette ki utanacaklardı. sonra kur’an’daki kelimelere tahammül edemediler. . . hakikatte dil davası yok, türk insanının hafızasından iğdiş edilmesi var”

yabancılaşan aydın sınıfını onun kadar iyi tahlil eden çok azdır;

"ulema sahneden çekilince, yeni bir zümre çıktı ortaya; avrupa’yı gören, avrupa mekteplerinde tahsil yapan, avrupa’yı sathi olarak bilen, sefaretlerle temas halinde olan, tercüme bürosunda yetişen insanlar çıktı sahneye: tanzimat ricali. söz sınıf-ı ulemanın değil, bu yeni yetişen intelijansiyanındı artık. öyle bir vaziyet oldu ki, tanzimat’tan sonra, yabancı dil bilmek sadrazamlığa kadar getiriyordu insanı. başka bir vasfa ihtiyaç yoktu . . . bu yeni zümre, yeni intelijansiya halka neden iltifat etsin? halktan kopmuştu, halkla hiçbir alakası yoktu. . . . mütercim rüştü paşa, vefi k paşa, ali paşa, fuat paşa, reşit paşa. bunların tek vasfı vardı: batı dili bilmek. halkla ne gibi bir münasebeti vardı bunların? hiç"

ulema ve aydınlar hakkında;

osmanlı’da sınıf-ı ulema tekrarlayıcıdır. kur’an’ın, hadislerin ve daha önceki imam ve müçtehitlerin tekrarlayıcısı. tanzimattan sonraki aydınlar da tekrarlayıcıdır, avrupalı yazarların tekrarlayıcısı. . . ikinciler. . . . yabancı bir kültürle karşı karşıyaydılar. bu kültürü ayıklamaları, tenkit etmeleri güçtü. yabancı bir dünya’da, bilmedikleri şartlar içinde gelişen bir kültürdü bu

cumhuriyet elitlerini de iyi tahlil etmiştir;

"dünyanın bütün tımarhaneleri bizim intelijansiyanın kafatasi yanında birer aklı selim mihrakı. cemiyet tek mit’e dayalı: atatürk miti. başka bağ yok. i̇mparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlardan mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz kendi kendimize düşman insanlar haline geldik. mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz. . . . i̇nsanları bir araya getiren hiçbir ideoloji doğmadı. nihayet dil de gitti elden. türk milleti. hangi millet? milliyetçiyiz. hangi milliyetçilik"

mustafa kemal hakkında;

"mustafa kemal musikiyi değiştirmeye kalktı, yapamadi. zevk meclislerinde gazel aranıyordu, şarkı aranıyordu. altı yüz senenin ötesine atlamak, yani milli tarihte alti yüz senelik bir parantez açmak mümkün müdür? dil-tarih kurumu şefin bu emrini sadakatle başarmaya çalıştı. tarih gömülmez. binalarıyla, sokaklarıyla, müzeleriyle, mezarlarıyla yok edilmesi imkansız bir şahittir. sıra dile geldi. yeni harfl er zaten geleneğin, irfan geleneğinin sırtına indirilen bir baltaydı. selanikliler, rusya’dan gelen türkler ve şeften iltifat görmeye koşan gençler dili tahrip için cansiperane bir gayret harcadılar. mustafa kemal işin maskaralığa vardığını anladı, ama iş işten geçmişti"

son olarak, bu münzevi fikir işçisinin asıl derdi neydi acaba?

“ben, herhangi bir tarikatin sözcüsü değilim. yani, ilan edilecek hazır bir formülüm yok. derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye saygı”