ayasofya – dertli sözlük
"bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan ayasofya camii" (*) artık bir puthane değil. ne kadar şükür etsek az.
i̇çten bir elhamdülillah'a vesile olmuş cami-i şerif. aziz islam milletinin asırlık duası kabul oldu. çok şükür.
10 temmuz 2020 tarihi itibariyle yeniden özgürlüğüne kavuştu. bu kıymetli günü bizlere gösteren rabbimize şükürler olsun. yusuf kaplan ‘ın deyişiyle de ‘’dirilişimizin, silkinip kendimize gelişimizin miladı olsun inşallah.’’ darısı mescid-i aksa’ya…
ortaokulda sınıfça i̇stanbul gezisine gitmiştik. rotalarımızdan biri de ayasofya idi. i̇çeri girerken çok heyecanlandığımı hatırlıyorum ve havada dalga dalga yayılan o hüzün içimi cızlatmıştı. kalp gözümün açıklığından değildi elbette bunu anlamam. yıllarca evde, okulda, televizyonda bu konuyu dinleyerek ve hüzünlenerek büyümüştüm. ama gerçeğini görünce daha farklı bir hal oluşmuştu bende. i̇çeriye giriş için sırada beklerken yan sıradaki yabancı turistlerin kollarını göğüslerinde toplamış kendilerine güvenli halde hararetli konuşmaları ve ters ters bakışları beni çıldırtmıştı. ama ne fayda...
i̇çeriye girdiğimizde bir soğukluk vardı. hakikaten o farklı bir şeydi. kalabalığa rağmen geçmeyen soğukluk. ve mahzunluk. şaşkındım etrafa bakarken. sonra gözüme melek figürleri ve diğer resimler çarptı. ‘’amanın’’ dedim ‘’nasıl bir şey bu?’’
bir yanda hat levhaları, minber, müezzin mahfili; öbür yanda melek figürleri, çizimler ve kirli ayaklar…
hayretle arkadaşımla dolandık, dolandık sonra başladığımız yere geri döndük. birde baktık kii müezzin mahfilinin kenarlarına turist çift oturmuş sanki havuz kenarında gibi ayaklarını sallıyorlar.
nasıl bir cesaretti o bilmiyorum, yanlarına doğru birkaç adım attım ‘’buraya oturmayın!’’ diyecektim.
ama nasıl diyeceğim, cümleyi nasıl kuracağım? özneyi nereye koyacağım, emir cümlesi nasıl olur, don’t dedikten sonra sit mi yoksa öğretmenimizin hep dediği sit down mu olur hiç bilmiyorum. böyle dolanırken zaten grubu da kaybetmişiz. sonra dedik ki biz öğretmenimizi bulalım zaten i̇ngilizce öğretmeni, o bize söyler, bizde gelir bunlara söyleriz, görev tamamlanmış olur. aradık aradık sonunda bulduk en üst kattalarmış. ‘’öğretmenim, öğretmenim!’’ diye koşup sorumuzu sorduk, cevabımızı aldık. ‘’don’t sit here’’ diyecekmişiz. koşa koşa aşağıya indik. baktık kimse yok. ee o kadar vakit oturmuş olmaları ilginç olurdu tabi. oturan başka birisi de yoktu diyelim ona ‘’don’t sit here!’’
böyle işte. sonra zaten grubumuz toplandı oradan ayrıldık. bir fotoğraf bile çekmemişim o koşuşturmada. ama o gün çok önemli iki şey öğrenmiştim. birincisi: i̇ngilizcenin önemli bir araç olması. öyle cümle arasına havalı olmak için susam serper gibi yabancı kelime serpmektense uygun mecralarda farklı dilde güzelce kendini ifade edebilmek, etkili söz söyleyebilmek için gerekliliğini.
i̇kincisi: ayasofya’nın değeri… osman yüksel serdengeçtinin şu iki dizesi küçükken yaşadığım ayasofya maceramdan sonra bu değerini anlamamın ve içimde beliren derdin esas sebebidir.
‘’binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde,
şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?..’’