efendim, tam iki haftadır eteklerindeki gümüş rengi kuş tüylerini ruhuma doldurmasını dilediğim orucun adımlarını izliyorum. ramazanın on dördüncü günündeyim. her gün ruhuma beyaz bir kanat daha ekleniyormuş gibi biraz daha hafifliyorum efendim. kendini göklerden gelen rahmet rüzgarına emanet ederek savrulan küçük bir yaprak gibiyim. başımdan ve omuzlarımdan dökülen günahlarımın ağırlığını secdeye giden alnımın derin izlerine baktığımda fark ediyorum. her şeye ve herkese tepeden bakan nefsim, şimdi ruhuna fatiha bekleyen solgun bir ölünün yüzü gibi efendim. efendim, oruç cennetten göğümüze uzanmış mübarek bir ağacın dallarında büyüyen bir meyve gibi düşüyor avuçlarıma. güneş kadar olgun, yağmur kadar bereketli bir meyve gibi. ona baktıkça doyuyor gözlerim. yedikçe, dünyaya ait ne varsa tadı her geçen gün biraz daha siliniyor damağımdan. orucun ruhumda bıraktığı tatla bütün hücrelerimle birlikte yenileniyor gibiyim efendim. bu ramazan hiçbir şeyin tadını özlemedim efendim. özlediğim tek şey, bir ağaç gölgesi altındaki küçük ahşap masada içtiğim, bir bardak çay ve ona kan kırmızı rengini veren dost sohbetleri oldu bu ramazan. çay olmassa hep bir eksik kalan muhabbetlerin, gülmekten kuruyan boğazımızı yumuşatmak için aldığımız büyük yudumları özledim. efendim, ben bugün sana günlüğümü yazarken cama vuracak birkaç damla yağmurun ve elimin ucunda duracak bir bardak çayın kokusunu özledim. özlemek, ne güzel şey efendim. özlemek ne güzel şey. i̇çindeyken kıymetini bilmediğimiz her şeyi bize özleten bu ay, ne güzel bir ay. efendim bu günlüğümü yazdıktan sonra yapacağım ilk iş bir dostumu aramak olacak. eğer gelirse çayımı, bir dost sesinin sıcaklığında demleyeceğim. yanımda dostum, yüreğimde sen olacaksın efendim. eğer bir de pencereme birkaç damla yağmur düşerse efendim, bu çayın tadını hiçbir zaman unutmayacağım. şimdilik bu kadar efendim, iyi ki benimlesin.