ahmet davutoğlu dehasının ürünüdür. bu makaleyi her müslüman türk genci okumalıdır.
davutoğlu'nun zihin dünyasını çok iyi yansıtan bir kitap. 1997 yılında divan dergisinde yayınlandı. makale temel olarak samuel huntington'un başını çektiği modernleşme teorisyenlerinin batı modernleşmesini evrensel bir reçete olarak bütün batı-dışı toplumlara sıkı sıkıya takip edilmesi gereken bir "medeniyet ihtidası" olarak görmesini tartışıyor. davutoğlu bütün otantik/yerel medeniyetlerin kendi iç dinamikleri içinde değerlendirilmesi gerektiğini, batı toplumlarının sınırlı tarihi tecrübelerinin evrensel geçerliliği olan teoriler olmadığını iddia ediyor. peki medeniyetlerin bu direncini sağlayan temel unsur nedir? davutoğlu'na göre kadim medeniyetlerin tarihsel süreç içinde geliştirdiği, sosyal/milli kimliğin çok ötesine geçen, neredeyse karşı-konulamaz bir iç bilinç haline dönüşen, bireylere tutarlı bir dünya görüşü sunan ve medeniyetlerde bir öz olarak muhafaza edilen "ben idraki", selbstverstandnis. buna görei kemalist devrimin türkiye'de tutmasının nedeni alternatif bir ben-idraki oluşturamaması çünkü ben-idrakinin herhangi bir başka otorite tarafından tanımlanabilmesi de, tasfiye edilebilmesi de imkansızdır. dolayısıyla, her medeniyet, varoluşla ilgili bir ben-idrakini, hayat dünyasını etkileyebilecek kapsamlılıkta ortaya koyabildiği ölçüde yaşayabilir bir medeniyet formu haline dönüşebilmektedir.
makalenin ikinci kısmında davutoğlu medeniyet ben idraklerinin mukayeseli bir tahlilini sunuyor. buna göre batı medeniyeti diğer medeniyet birkimlerini kategorik olarak dışlayan, diğer medeniyet unsurlarının hayat alanını (lebenswelt) tanımlama ve sınırlama hakkına sahip olduğunu varsayan bir anlayışı temsil ediyor. mekan algısında dışlamacıdır, avrupa'yı ve kuzey amerika'yı dünyanın merkezi olarak görür. zaman algısında "tarihin sonu" değerlerine inanır, ilerlemeci çizgisel tarih anlayışı hakimdir. kendini zamanın hem merkezine hem de geleceği belirleme hakkına sahip en ileri ucuna yerleştirir. geçmişi ve geleceği kuşatan yegane medeniyet olduğu varsayımını diğer medeniyetlerin bireylerinin zihnine de yerleştirmeye çalışır. bilgiyi insan-merkezli kaynaklarla sınırlayan ve bu kaynaklar yoluyla mutlak gerçeğe ve sürekli bir gelişmeye ulaşacağını varsayan modernist bir epistemolojiye "iman eder". insanlığın tarihî serüvenini batı medeniyetinin tekboyutlu bilgi temeline indirger. tabiatı ekonomi-politik bir hakimiyetin rekabet unsuru haline getirir (kapitalizm). ontolojik olarak insan-tanrı, yarı tanrı kategorilerini kabul ettiği için seçilmiş bir grup insanı ya da topluluğu eşit gören, gerçekte eşitsizlikçi, bir anlayışa sahiptir. kilisenin kurumsallaşması da tam bu yüzdendir.
diğer taraftan islam medeniyeti ise epistemolojik olarak tutarlı ve güçlü bir ben-idrakine sahiptir. mekan algısında i̇slam medeniyeti yayıldığı mekanları ortak bir varoluş alanı olarak görür. islam medeniyeti ile batı medeniyetinin mekan algısı tam anlamıyla birbirine zıttır: "grenada düşene kadar müslümanların, yahudilerin ve hristiyanların ortak medeniyet havzası haline gelen endülüs, güçlü ve esnek bir medeniyet ben-idrakinin mekan düzeyinde tecessüm etmesinden başka bir şey değildi. bu düşüşten sonra aynı i̇spanya'dan farklı bir mekan idraki ile hareket eden i̇spanyol orduları, amerikan kıtasında tam bir medeniyet tasfiyesi gerçekleştirmişlerdir; çünkü bu güçlü ve sert ben idrakine göre bir mekan ortak bir yaşama alanı değil, hakimiyetin sıradan bir nesnesidir"
islam medeniyetinin zaman algısı tarih ötesi bir ideal anlayışı çerçevesinde şekillenir, nebiler tarihi ve asr-ı saadet gibi. i̇slam inancının, ilahi bilgiyi, hristiyanlığın aksine kilise gibi bir kuruma değil, bir metne, yani kur'an-ı kerim'e, dayandırması ilahi bilgi kaynağının sosyo-politik ve sosyo-ekonomik nitelikli bir güç yapılanmasının nesnesi olmasını engellemiştir. batıdaki tecrübenin aksine, dinî epistemoloji anti-bilim söylemine, bilimsel epistemoloji de anti-din söylemine yol açmamış; aksine birbirlerinden ayrıştırılması mümkün olmayan ortak bir epistemolojik zemin ve söylem oluşmuştur ki, müslüman ben-idrakinin bilgi temeli bu çerçeveye oturmuştur. i̇slam medeniyetine özgü bir ilmî önderlik modeli olarak son derece tabiî bir süreç içinde ortaya çıkan alim prototipi her iki bilgi alanını da kapsayan bir meşruiyyet zemini kazanmıştır. insan ve tabiat eşit bir varoluş düzleminde bulunmaktadırlar ve bu anlamda yaratılmışlık açısından aynı özne'nin nesneleri konumundadırlar. i̇nsanların ontolojik eşitliği tabiatın kullanım alanındaki eşitliği de beraberinde getirmektedir. allah'ı, her an her her mekanda hiç bir aracı kişi ya da kurum olmaksızın hisseden insan, allah'ın halifesi olma misyonunu doğrudan idrak edebilmiştir. i̇şte tam da bu yüzden "sekularizmin öngördüğü felsefî zemin ne nesillerin ontolojik güvenliğini yok eden hiroşima'yı, ne denetlenemeyen bilimsel gelişmelerin yol açabileceği felaketlerin sembolü olan, çernobil'i, ne de tarihîn sonunu getirdiği iddia edilen seküler batılı değerlerin iflasını gösteren bosna'yı engelleyebilmiştir".
islam medeniyeti kutsalı tanımlama hakkına ve ayrıcalığına sahip hiç bir ara ontolojik kurumsallaşmaya izin vermeyen bir varoluş doktrinini ortaya koymuştur. öteki"ni kategorik şekilde ayıran batı ben-idrakinin aksine hegemonik olmayan bir kuşatıcılık vardır. "bu sebepledir ki, boşnaklar ve arnavutlar osmanlı sistemi içinde rahatlıkla nüfuz edebildikleri i̇slam kimliği ile siyasi düzenin merkezinde en etkin konumlara gelirken, hintliler ya da cezayirliler beyaz adamın ontolojik farklılığının getirdiği özel misyona dayanan i̇ngiliz ya da fransız sömürge sistemlerinde yükselme şansı elde edememişlerdir."